Şöyle bir haber vardı: “Avrupalı işçiler daha fazla çalışmak istiyor. İngiltere, Fransa ve Almanya’da işçiler haftada 52 saat çalışabileceklerini söylüyorlar.” İnsanın tembellik gibi bir hakkı var iken, bu işçiler neden daha fazla çalışmak istiyorlar? Sadece işlerini kaybetme korkusu onları daha fazla çalışmaya yöneltmektedir diyebilir miyiz? Sorunun yanıtı bu kadar basit olmasa gerek. Çünkü onlar daha “iyi” koşullarda yaşamak istiyorlar. Bu sorunun daha
açık yanıtı ise daha çok tüketmek istiyorlar olarak verilebilir. Nitekim uluslararası ülke karşılaştırmalarında, ülkelerin refah düzeylerini ölçmekte kişi başına dayanıklı tüketim malları temel ölçütler arasında yer almakta.
Yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarını devirdik. Yaşanan kriz ile birlikte onca reformun, yapısal önlemler paketinin pek bir şeyi değiştirmediğini gördük. Kapitalist ülkeler işsizlik, yüksek oranlı ve istikrarlı büyüyememe ve borçlanma
sorunu ile karşı karşıyalar. Oysa halkın temel ihtiyaçlarını sağlayabilmek için işe ve gelire ihtiyacı var. Çünkü işe ve dolayısıyla da gelire kavuşmaları, onların aynı zamanda tüketim yapmalarını da sağlamakta. Tüketim, bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla sergilemiş oldukları bir davranış biçimidir. Bu tanım iktisatçılara aittir. Tanımlamadaki anahtar kavram, neoklasik iktisatçıların iktisat yazınına armağan ettikleri ihtiyaç kavramıdır. Onlara göre ihtiyaçlar sonsuzdur. Sürekli artan ve farklılaşan ihtiyaçlar için daha çok çalışılmalıdır. Bu işin tüketim tarafıdır. Üretim tarafı ise, artan ihtiyaçlar ile yeni mal ve hizmet talebini karşılamak için daha çok üretme zorunluluğudur.
Onlar için bu yapılanma bireysel ve toplumsal uzlaşının da zeminini oluşturur. Kurguladığımız ihtiyaç-tüketim ilişkisi, burada biyolojik ihtiyaçların ötesini ifade etmektedir. Nitekim iktisadi gelişim sürecinde, bireylerin evlerini
ve bedenlerini süsleyebilecekleri mal çeşitlerinin farkına varmaları ve bunları satın alabilme güçlerinin artması nedeniyle, on sekizinci yüzyılın ilk altmış yılı adeta tüketim devriminin gerçekleştiği bir dönem oldu.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine girilirken, 1920’li yılların başında Henry Ford, kurduğu bant sistemi sayesinde tanesi 4000 dolardan otomobil üreterek dünyayı kitlesel üretimle tanıştırırken, yaptığı yeniliğin bir üretim biçimi halini alıp sosyal bilimcilerin uğraş alanına gireceğini ve isim babalığını da sosyalist aydın A. Gramsci’nin yapacağını bilmiyordu sanırım; fakat ekonomide sağladığı değişim muhteşemdi. ABD kaynaklı bu tüketim dalgasının ardından, kapitalist ülkelerde yeni tüketim dalgası İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanmıştır. Nitekim “1950’li yıllara gelindiğinde, ABD’de çoktan yerleşmiş olan, hatta bir model olan ‘kitlesel tüketim’, önce İngiltere’de, sonra Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinde, belirgin biçimde modern bir yaklaşımla, çok yoksul olanlar dışındaki tüm gruplar arasında gelişmeye başladı.”2 Tüketimin, gelir ve servet gibi fonksiyonel değişkenlerin dışında sosyolojik ve psikolojik unsurların ağır bastığı bir davranış biçimine bürünmesi de bu dönemde ağırlık kazandı. Tüketiciler, artık sadece ihtiyaçlarını gidermek amacıyla değil, arzuladıkları için tüketim yapmaya başladılar.
Bandwagon Etkisi, Snob Etkisi ve Veblen Etkisi:
Böylece tüketim, bireyin sosyal statüsünü yüksek gösterme ya da belli bir “cemiyetin” içinde yer aldığını ifade etme biçimi oldu. “Fonksiyonel olmayan talebin olası en önemli türü dışsal etkenlere bağlı olmasıdır. Bu durumda malın tüketilmesi ile elde edilen fayda, başkalarının aynı malı alması, tüketmesi ya da malın taşıdığı etiket fiyatının yüksekliği veya düşüklüğü oranında artmakta ya da azalmaktadır. Bu talebi ‘Bandswagon Etkisi’, ‘Snob Etkisi’ ve ‘Veblen Etkisi’ olarak farklılaştırıyoruz.
*Bandwagon Etkisi (Sürüye Uyma) ile, başkalarının aynı malı tüketmesine bağlı olarak bir mala talebin artmasını ifade ediyoruz. Bu etki insanların uyum içinde olmak, modaya uygun ve şıklık için ya da gençler gibi görünmek için satın alma arzusunu gösterir. Topluluğa, gruba çevreye uyma amacıyla oluşan talep de denebilir. Bir mal veya hizmetin başkalarına benzeme, kitleye uyma amacıyla talep edilmesidir. İnsanların kendini gösterme, taklit etme ile topluluk dışı kalmama, diğer bir ifadeyle “sürüye uyma”, güdüleri nedeniyle benimsendiği söylenebilir.
*Snob Etkisi ise, bir mala yönelik talebin başkalarının aynı malı tüketmesi ile tüketimin azaltılmasını ifade eder. Bu insanların farklı olma, kendilerini sürüden ayırma arzularını gösterir. John Maynard Keynesin tüketicinin zevk ve tercihlerini belirleyen unsurları sayarken belirttiği unsurlardan birisidir. Bunun bir diğer adı da züppe etkisidir. Klasik iktisatın rasyonel insan ya da diğer bir deyimle homo economicus olarak tabir ettiği insanın aslında rasyonel hareket edemediğini öne sürmüştür Keynes. İşte bu noktada tüketicinin rasyonel kararlar almadığını belirterek snob etkisinin de tüketicinin zevk ve tercihlerini belirleyen faktörlerden birisi olarak ortaya koymuştur.
*Veblen Etkisi ile gösteriş amaçlı tüketim kastedilmektedir. Bu etki ile fiyat yükseldiğinde tüketicinin talebi artmaktadır. Fiyat yükseldikçe talebin buna bağlı olarak artmasıdır. yani bu etkide talep ile fiyat doğru orantılıdır. Her koşulda geçerli olmaz, aşırı lüks tüketim malları için geçerlidir. İktisatci Thorstein Veblen'in ''theory of leissure class'' adli kitabinda tanimlanmis bir etkidir. Şöyle ki, şaşali tüketim (conspicious consumption) aylak siniflarin bir tuketim tarzidir. Bu tüketim tarzinda talep malin fiyatiyla doğru orantilidir. Malın fiyatı arttıkça talep de ayni ölçüde artar. Bu şekilde gösteriş maksatli tüketim, aylak sınıfları toplumda itibarli bir konuma getirir. Fiyatın düşmesi durumunda Veblen etkisi snob etkisine dönüşür.
(M.I.T.)' de [Massachusetts Institute of Technology] yayınlamış olan tüketim ile ilgili bir makalede aynen şunlar yazıyor:
Bir endüstride piyasada talep edilen miktar halihazırda başka tüketicilere satılmış miktara bağlıysa o endüstri ağ dışsallığıyla yüzleşiyordur.
• Bandwagon Etkisi (Ağ dışsallığı): Ne kadar fazla insan halihazırda piyasadaki bir ürüne sahipse o ürüne olan talep o kadar artar. Bu duruma “Bandwagon etkisi” denir , çünkü her bir yeni tüketici atlayacak son vagonu (bandwagon) olmayan durumdan çok daha fazla talep ederler. Örnek: Benim Microsoft Office olan talep fonksiyonum direk olarak ofisimde veya okulumda kaç kişinin Office kullandığına bağlıdır. Ne kadar çok insan kullanıyorsa o kadar Office isteyeceğim.
• Snob Etkisi (Burnu Havada): Piyasadaki bir ürüne ne kadar çok insan sahipse o ürüne olan talep o kadar azalır. Bu duruma “Snob (burnu havada) etkisi”, eğer çok sayıda insan bu ürüne sahipse her bir yeni tüketici şimdi ürünü çekici bulmamaktadır. Örnek: Eğer çok insanın Rolex Daytona 1987 Special saati varsa bu saate karşı talebim düşer çünkü artık buna sahip olmak beni karizmatik yapmaz.
Ağ dışsallıkları direk ve dolaylı olabilir:
• Direk ağ dışsallığı: Diğer tüketicilerin sayısı benim talebimi direk etkiler. Örneğin: telefon veya mesajlaşma- bu teknolojiye sahip olan tek sizseniz bunun bir değeri olmazve değer kullanıcı sayısıyla artar.
• Dolaylı ağ dışsallığı: Diğer kullanıcıların sayısı tüketicilerin ilgilendiği tamamlayıcı ürünleri etkiler. Örneğin, diğers Windows kullanıcılarının sayısı benim ürüne verdiğim değeri direk olarak etkilemez, fakat software Windowsa uyumlu programlanmış olması benim için ürünün değerini direk olarak etkiler. Şu da bir gerçek birçok insanın Windows kullnıyor olması software uygulamalarını teşvik eder. Bir diğer örnek: Nintendo Gameboy. Önemli olan Gameboy diğer kullanıcıları değil fakat çok insan bu teknolojiyi kullanırsa çok sayıda oyun yaratılır.
Geldiğimiz noktada tüketimin reklam, moda ve sosyal yapılanmadan etkilendiği açıkça görülmektedir. Buradan yola çıkarak, bunların tümünü “tüketim kültürü” olarak adlandırabiliriz. Bu etkilerin varlığı, vergi oranlarını ya da faiz oranlarını kullanarak tüketim üzerinde etkili olunamayacağını da göstermekte. Tüketim kültürü birdenbire gelişmemekte. Nitelikli tüketim yapmak için, beşeri sermayenin de güçlü olması gerekmektedir. Tüketim kültürünün niteliksiz olması tüketimi artırmakta ve sürü etkisinin ekonomide egemen olmasına neden olmaktadır. Örneğin, ABD vatandaşlarının tasarruf eğilimlerinin sıfır hatta negatif olmasının altında yatan etken, tüketim kültürü niteliğinin düşük olmasıdır. Türkiye’de ise, özellikle 1980’li yıllardan sonra, daha önce ciddi biçimde bastırılmış olan tüketim arzusunun da etkisiyle, adeta bir tüketim devrimi ile karşı karşıya kalındı. Büyüme oranını yüksek tutmayı öne
çıkaran iktisat politikaları da bu eğilime ivme kazandırdı. Bu durum, ekonominin krize girdiği yıllarda kısa süreli duraksamalara uğramasına karşın, hemen ardından gelen yıllarda yeniden hızlanmıştır. Bankacılık sektörünün tüketiciyi güvenli müşteri olarak görmesi ve bankalar açısından yüksek faiz getirisi sağlaması nedeniyle artmaya başlayan tüketici kredileri, var olan tüketim eğilimini daha da yukarıya tırmandırdı. Yurtdışı finansman kaynaklı
bu uygulama, ülkemizin kronik sorunu olan cari açığın artmasına da neden oluyor. Tüketim eğilimini düşürmek için artırılan KDV ve ÖTV gibi vergiler, tüketim üzerinde azaltıcı yönde ciddi bir etki yaratmıyor. Bunun temel nedeni ise, politika yapıcılarının tüketimin belirlenmesinde talep fonksiyonu dışındaki değişkenlerin önemini yeterince görememiş olmalarıdır. Türkiye’de tüketiciler, sürü etkisi altında, gelirleri ile orantısız bir biçimde tüketme eğilimi içerisindedirler. Son on yılda cep telefonuna aktarılan kaynağın 10 milyar ABD doları olduğu düşüldüğünde, ülkemizde bu etkinin ne kadar yüksek olduğu kolaylıkla görülebilir.
Sonuç Yerine;
Tüketim, özünde bireylerin ihtiyaçlarını gidermek amacıyla yapılmaktadır. Ancak tüketim sadece gereklilikten kaynaklanmaz; aynı zamanda arzulanan nesneler için de yapılmaktadır. Arzularımız, bireysel tercihlerimizden kaynaklanmamaktadır. Arzular adeta uyarılır. Uyarı mekanizmaları, yaşadığımız ortam, mesleki kaygılar ya da reklam ve benzeri araçlar yoluyla kurgulanabilir. Kapitalist ekonomilerde, talebi canlı tutmak amacıyla bunların tümü kullanılır. Buraya kadar bir sorun yok denilebilir. Sorun, tüketimin hangi kaynaklar kullanılarak yapıldığı ile ortaya çıkar.
Küreselleşmenin etkisiyle küçülen dünyada, farklı ülkelerde yaşayan insanlar aynı malları tüketmeye yönelmektedirler. Ancak ülkeler arasındaki gelir farklılıkları, bu eğilimin yarattığı iktisadi sonuçları da farklı kılabilmektedir. Örneğin, gelir seviyesi düşük ülkelerde, tüketimin borçla finanse edilmesi sadece bireylerin finansman dengelerini bozmamakta, ülkelerin ekonomilerinde de sorun yaşanmasına neden olmaktadır. Sorunun çoğu zaman alınan iktisadi önlemlerle çözülebileceği düşünülse de, bu tür çözümler kısa süreliğine etkili olabilmektedir. Yaşanan sorunların kaynağında, nitelikli tüketim yapabilecek tüketim kültürüne sahip bireylerin olmaması yatmaktadır. Tüketiciler, adeta miyopik bir davranış biçimi içerisinde davranmaktadır.
Bundan dolayı, çözüm önerileri sadece iktisadi yaklaşımlar içermemeli, sosyolojik unsurları da içinde barındırarak tüketim kültürünü oluşturmaya yönelik olmalıdır.
[K][K][K]